ÜLKÜCÜ ŞEHİT ÖMER UYAN
ŞEHİT OLDUĞU TARİH: 13 KASIM 1985
ŞEHİT EDİLDİĞİ YER: GAZİANTEP
DOĞDUĞU YER: TOKAT-ÇÖRDEK
MESLEĞİ:
1952 doğumluydu.
Ülküdaşımız Yusuf Ziya Arpacık’ın kaleminden:
ÖMER UYAN
1952 - 13.11.1985
Derinlerden gelen bir iniltiyle uykudan fırlamıştım...
Arkadaşım bana sesleniyordu:
-Hoca!.. Uyansana biraz rahatsızlandım da...
Titreyerek kalktım. Buz gibi hava beni kaskatı yapmış,
Gaziantep cezaevinin demir ve betondan ibaret bu oniki numaralı hücresi âdeta
ölüm evine dönmüştü. Ben uyku sersemi kendime gelmeye çalışırken, yanımızdaki
hücreden gelen sabah ezanı içimi biraz ısıtmış ve yataktan atlayarak bir
hamlede arkadaşımın yanına varmıştım. Durumu çok ağırdı. İnliyordu... Onu hemen
kucağıma alıp demir kapıyı tekmelemeye başladım, bir taraftan avazım çıktığı
kadar bağırıyordum:
-Gardiyaaaaaaan...
Sabah namazını eda etmek için zaten uyanmış olan arkadaşlar
da konuyu hemen kavradılar ve onlar da kapılara vurmaya, bağırıp, çağırmaya
başladılar. Cezaevi maltasını korkunç bir gürültü kaplamıştı.
1985 yılının bu soğuk kışı zaten çok ağır geçiyordu.
Mevcudumuz aynı. Altı yüz hükümlü için hazırlanan bu özel tip cezaevinde sadece
13 kişi. İkişer ve üçer kişilik hücrelerde kalıyoruz. Daha önceleri bizleri
birbirimizden uzaklarda tutarken ölüm orucu ve diğer direnişlerimiz sayesinde
hiç olmazsa hücrelerimizi yanyana getirtmiştik. Aramızdaki dayanışma bu
satırlara sığmayacak kadar güçlü ve o kadar sarsılmazdı ki, biz onüç değil
sanki bir kişi sanki bir can'dık.
Koca hapishane bize kalmıştı âdeta. İdareye karşı sert
direnişlerimizde sonuç almış, sözde ıslah olmayanları buraya sevkedip,
işbirlikçi, çıkarcı ve fırsatçı ülkücü tipi oluşturmaya çalışan yönetim, hayal
kırıklığına uğramıştı. İşkence ve zulüm bu bir avuç ülkücüyü yıldıramamış, tam
aksine kurşun gibi karşılarına çıkarmıştır. Zulüm yönetimi hemen taktik
değiştirip, bu sefer nimetlere boğmaya başladılar bizleri, böylece ta Mamak
cezaevinde başlayan "tretman planı" her platformda denenmeye
çalışılıyor ancak her seferinde ülkücülerin zaferiyle son buluyordu.
12 Eylül ihtilâli, ülkücü kıyımı başlattığında, tretman
(karıştır-barıştır) planını uygulamak istemiş ancak neticede bu metod Mamakta
ve diğer hapishanelerde tam bir fiyaskoya dönüşmüştür. Bizde zaten Bartın
cezaevinden bu sebeple (ıslah projesi), Gaziantep cezaevine sevkedilmiştik.
Diğer arkadaşlarda Çanakkale ve Bursa’dan gelmişlerdi.
Gaziantep hücre tipi cezaevi de bu amaçlar için hazırlanmış
ve uzmanlardan oluşan bir idari kadro meydana getirilmişti. Çeşitli
cezaevlerinde, bugün bile izlerini taşıdığımız işkence ve zulumle ikna
edemedikleri bizleri, bu toplama ekiple, sisteme yalaka yapmanın hesapları
içinde olan idare, gene hayal kırıklığına uğramıştı. Çünkü yanımıza gelen
eğitmenler, bizlerdeki davranış biçiminin tesirinde kalıyorlar bunuda
samimiyetle itiraf ediyorlardı. Yunus'un dediği gibi "her dem yeniden
doğarız, bizden kim usanası". Bu eğitmenler bizlerin yanında birer talebe
olmuşlar kimi bizlerden yabancı dil öğreniyor, kimi psikoloji kitaplarında
olmayan davranış biçimlerini burada görüp, bunlardan tez hazırlıyordu. Çünkü
"ben ölsem ne gam, milletim yaşasın" diyen ve yaşatmak için can veren
vatan evlatlarını burada tanımışlardı. Her gün yanımıza gelen bu ekip akşamlara
kadar bizlerin yanında, yusufiye’de, Mevlânâ'nın dediği gibi, ateşi seyrederken
alev almış, tutuşmuşlardı. Hep beraber yanıyorduk...
İşte o kış ayazında hücrede bana seslenen arkadaşım Tokat,
Körlük köyünden Ömer Uyan, kendisini şer örgütlerinin iftiralarıyla,
hapishanede bulmuş ve 2 Kasım 1978 yılında da, Sağmalcılar cezaevinden birlikte
firar etmiştik. 1978 Kasım ayında kader birliği ettiğim 90 kilo ve 1.90 boyunda
olan arkadaşım, yedi sene sonra burada karşıma 35 kilo olarak çıkmıştı. Gerçi
firardan sonra yakalanan Ömer Uyan çok ağır işkenceler görmüştü ve biz bu
haberleri herzaman kolaylıkla elde ederdik. O dönem ülkücüler hele taşmedresede
olanlar hepsi birbirini tanır ve yakından ilgilenirdi. Ömer Uyan'da bu zulüm
çemberinin tam ortasına düşmüş, tırnakları sökülmüş, kaburgaları kırılmıştı.
Burada işkencecileri tarif etmek bir anlam ifade etmez
zannederim. Çünkü zulüm tek cephe, zalimler tek millettir. Hiç bir zulüm
payidar olamaz, sonu hüsran, sonu pişmanlık, sonu perişanlıktır.
Ömer Uyan buraya geldiğinde gözlerime inanamadım, o
kapılardan sığmayan adam bir avuç kalmıştı. Hastahaneye gitmek istemezdi:
-Öleceksem de sizin yanınızda öleyim.
Çünkü hastahanede de ayrı bir işkence vardı ve tek başına
Ömer bunlardan bıkmıştı. Hastahane deyince ürperir, tiksinirdi. Doktor,
ameliyat, hemşire, pansuman, hastabakıcı gibi ilaç kokan kelimeleri konuşmaktan
bile özellikle kaçınırdık. Ömer’in bu sözcüklerin telâffuzuna bile tahammülü
yoktu doğrusu.
Ömer'e her hafta bir hücre bakar, ihtiyaçlarını giderirdi.
Biz bu kararı alırken başta Veli Can olmak üzere bütün arkadaşlar gönüllü
olarak ona refakat etmek istemişler ancak biz Ömer'in bakımını haftalara
bölmüştük. Böylece o hafta da sıra bize gelmiş ve onun bakımını itinayla
yapmaya çalışıyorduk. İğnelerini dezenfekte etmek için, gazete kağıtlarını
yakıp suda kaynatırdık. Bir taraftan ayaklarına çok hafif masajlar yapar, onu
ıslak bezlerle silerek bir nevi banyo yaptırırdık. Hattâ benim parmaklarımın
hafif dokunuşu bile ona acı verir ve bu sebepten, hücremizin üçüncü sakini
Mustafa'nın masaj yapmasını isterdi. Mustafa Kayıcıoğlu biraz tombulca ve daha
hafif olan elleriyle saatlarca onun ayaklarını ovar bir nebze olsun acısını
dindirmeye uğraşır, ona bıkmadan usanmadan güzel şeyler anlatır hayata
bağlamaya çalışırdı.
Ömer bedenen çökmüş ama zihni ve şuuru berrak, hafızası açıktı.
Hattâ bazen hatırlamadığımız isimleri o söyler ve bizi hayrete düşürürdü.
Hergün bir iki dişini kaybediyor âdeta vücudun organları parça parça ve yavaş
yavaş onu terkediyordu. Gözler içeri çökmüş, yanaklarındaki şeffaflaşmış
deriden çene kemikleri görünüyordu. Vücut derisi bir sucuğun zarı gibi incelmiş
yer yer morluklar içerisinde. Çok yemek yiyordu. Bizde yemeğimizi ona ayırır
bir iki lokmayla hayatımızı idameye çalışırdık. Bu arada idareden Ömer için
talep ettiğimiz malzemeler verilmemiş bir demir kaşık bile çok görülmüştü.
Tahta kaşıkla onu beslemek zor oluyordu. Çünkü ağzı tam açılmıyor ve demir
kaşık bizim için çok ehemmiyet kazanıyordu.
Son çare olarak, ihtilâl öncesi ülkücü olduğu söylenen
cezaevi ikinci müdürü Recep Deveci'yi çağırmıştım. Hiç olmazsa iğneleri
dezenfekte için bir gazocağı ve normal bir yemek kaşığı acil olarak gerekliydi.
Ama o isteklerimizi geri çevirdi ve buranın özel cezaevi olduğunu kurallara
uyması gerektiğini söyledi. Fakat kurallara uymak o na neye malolacak, çok geçmeden
öğrenecek ama artık fayda etmeyecekti. Biz Mustafa'yla nöbetleşe uyuyorduk. Ona
da uyku denirse, çünkü oturarak kafamızı duvara yaslar, Ömer'in başında öylece
beklerdik. O belli belirsiz vakitte gözünü açar su ister, birşeyler anlatırdı,
âdeta zaman kavramı karman çorman olmuş gecemiz gündüzümüz biri birine
karışmıştı.
İşte o cuma sabahı da böyle karmaşık duygular içinde
kendimden geçmiş kapıları tekmeliyordum. Ömer Uyan kucağımda, "sakin
ol" diyordu bana. Bir tarafta Mustafa kapıyı kırmaya çalışıyor, diğer
hücrelerdeki arkadaşların bağırtıları hapishaneyi sallıyordu.
-Doktooooooooor…!
!.....
-Gardiyaaaaaaaan !..
-Kimse yok muuu !..
Evet kimseler yoktu, hiçkimse. Sadece O vardı. Herkes ve
herşey sadece birer gölgeydi. Bizler önce yokluğu bilseydik şayet, varlık bizim
olurdu zaten. Ömer başını omuzuma yaslamış fısıltılı ve hüzünlü bir veda
havasında ki konuşmasını sürdürüyordu:
-Çok çok selâm de..
-Aman Ömer daha çok işimiz var... Sen demezmiydin, daha çoook
işimiz var diye ...
-Bu sefer tamam... Arkadaşlar hakkını helâl etsin. Bu an
vuslat anıdır. Benim hakkım hepinize helâl olsun. "Eşhedü enla ilahe
illallah ve eşhadü enna Muhammeden abduhu va rasuluhu".
Usulca titredi... Gülümsedi ve gözlerini kapattı. Âdeta
yüzünde güller açmıştı. Sanki masmavi gökyüzünün altında, yeşillikler içinde
ağır adımlarla koşuyor özgürlüğün derin vadilerinde, pınar başlarından bizlere
el sallıyordu. Aman yarabbi, Ömer kollarımın arasından süzülüp esaretin
ötelerine uçmuş, sanki bize “üzülmeyin, bakın ben kurtuldum, sakın üzülmeyin”
diyerek el sallıyordu. Ömer’in ıstırabı son bulmuş, hapishane ise sessizliğin
derin girdabına düşmüştü.
Çevremizde ki bütün eşya bu soylu kahramanı selâmlamak için
tören vaziyeti almış resmi geçit yapıyorlardı âdeta. Paslı Demir, soğuk beton,
yavan ekmek, kumlu su, taş yatak, yoğurt kabına ektiğim soğanım, kısacası çile
yurdu hücrem bütün aksamıyla ve tam tekmil kadrosuyla esas duruşta. Ömer
kucağımda başını sağ omuzuma yaslamış ağzı hafifçe açık tebessüm halinde,
gözlerini tören kıtasını selâmlamak için açık tutmaya çalışmış herhalde.
Yanakları elma kırmızısı, sanki 18 yaşında geldiği
sağmalcılar günlerinde ki gibi genç bir delikanlı. Nefis bir kır çiçeği kokusu
yayılmaya başladı. Bütün gülleri kıskandıracak kadar muhteşem bir hava. Ömer’in
kalbini dinledim hayat emaresi yok. Nabız durmuş... Tören bitti... Göz
kapaklarını sağ elimle indirdim. Dışarıdan gelen ayak sesleriyle kendime
gelmiştim, kapımız açıldı:
-Ambulans hazır, diyordu kapıda ki gardiyanlar.
Son bir ümitle Ömer'i hastahaneye gönderelim derken, bu
seferde müdür yardımcısı elini “durun” der gibi kaldırarak konuştu:
-Ambülansa kadar Mustafa götürsün, sen firar mirar edersin
aman.
Ömer'in hatırına kabul ettik. Mustafa, onu kucaklayarak
süratle kapıya kadar götürdü. Ama artık herşey tamamdı. O, Rabb'inin katında
şehitler mahfilinde ki yerini almış benim kucağımda son nefesini verirken bile,
arkadaşlarını düşünmüş "sakın taşkınlık yapmayın" diyerek,
fedakârlığın abidesini dikmişti. 13 Aralık 1985, saat 06:15... Bizler çıldırmış
gibiydik:
-Savcı hesap ver, müdür hesap ver, diye bağırıyorduk.
İki üç gün kimseler bizim bölüme giremedi. Ne sayım
alabiliyorlar ne de içeri girebiliyorlardı. Bu arada savcı Mehmet Ali Oğuz
kaçarak kurtuldu. Ancak, ikinci müdür Recep, Ömer Uyan’ın şahadetinden kısa bir
süre sonra bu bedeli çok ağır ödeyecek ve ‘zulüm asla payidar olmaz’ ilkesi bu
sefer de onun için, beyinlere kazınacak bir şekilde işleyecekti... Recep
Deveci, çalımla gezdiği hapishanenin dar maltasında kanlar içerisinde yerlere
serilirken, mazlumlara karşı işlenen hiç bir suçun cezasız kalmayacağının
ibretli bir vesikası olarak işkence tarihinde ki kirli yerini de alıyordu.
Ömer’in eşyaları için zabıt tuttuk. Bir tahta kaşık, iki adet
tükenmez kalem, bir çift terlik ve ayakkabı, iğne takımı, üç buruşuk eski
kazak, çamaşır ve çoraplar, bir takım oldukça eski eşorfman, bir kısmı
yırtılmış not defteri ve iki kitap. Ailesine teslim edildi.
Hapishane dar gelmeye başlamıştı bizlere. Artık yatılmıyordu.
Önemli kararlar almanın zamanı gelmişti. Ya firar, ya isyan...
ÜLKÜDAŞIMIZA ALLAH’TAN RAHMET DİLİYORUM
ÖNEMLİ NOT:
ŞEHİTLERİMİZLE İLGİLİ ELİNDE BİLGİ, RESİM OLAN VARSA YA DA DÜZELTİLMESİ GEREKEN
BİRŞEY VARSA LÜTFEN BANA ÖZEL MESAJDAN YAZSIN. TEŞEKKÜRLER.